28 Mayıs 2010 Cuma

YERE DUSMEMIS YAGMUR DAMLASINI SEVDINIZMI HIC?


Yere düşmemiş yağmur damlasını sevdinizmi hiç?Ona aşık oldunuzmu peki?Ben oldum..; Önce kapkara bulutlar belirir gökyüzünde..İçini bir kasvet kaplar.İçinde bilemediğin tanımlayamadığım bir sıkıntı olur..Siyah bulutlar önce güneşini kapatır.Aydınlığını ve yaşam sevincini götürür. Sonra yine o bulutlar bir birlerine çarpar çarptıkça gürültü çıkarırlar.Küçükken tanrıların kavga ettiğini sanırdım gök gürlerken..Ve o tanrıların bizi unuttuğunu düşünürdüm.Ya onlar kavga ederken bizi unutursa ve bize de zarar verirlerse diye korkardım.Onlara karşı hiç bir şey de yapamazdık.Gücümüz yetmezdi.Ve tek yaptığım dua etmek olurdu onlara.''Biz de burdayız güneşimizi kapattınız ve kavga ediyorsunuz'' diye.. Ve yağmaya başlardı sibel (yere düşmemiş yağmur damlası) gökyüzüne kafamı kaldırır ve onun gelişini izlerdim.Sonra yere çarpmasını o yere çarptıkça benim içim de garip bir şey olurdu.Ve sonra toprak kokusu..Dünyanın en güzel kokusudur o.İçine çekersin doya doya.Sonra senden başkalarının bu kokuyu fark edemediklerini düşünür ve onlara kızarsın ve birazda aşağı görürsün..Bir gün gelir ve aslında o kokuyu herkesin fark ettiğini anlar ve o koku senin için önemini kaybeder.Ama değişmez senin için önemini kaybetsede o hiç bir şey kaybetmemiştir..Artık korkamazsın yağmurdan hatta seversin.Çıkarsın o yağarken yere düşmemiş yağmur damlaları yere değilde yüreğine düşsün istersin...Ama olmaz..O damlalar yere düşmek için vardır.Bir kısmı senin üstünde kalsa ve seni ıslatsa hatta kendisine aşık bile etse o damlalar düşmesi gereken yere gider.. Ve bir an gökyüzünde bir aydınlık belirir.O karanlığın içinden bir umut doğar.Gözlerini kamaştırır bakarken..O ışık o damlalarda öyle yansır ki bir kez daha aşık olursun o damlalara.Sonra bir renk çümbüşü olur gökkuşağı deriz.Küçükken hep o gökkuşağının sonuna gitmeye çalıştım.Yapamadım .Ben ona gittikçe o benden kaçtı sanki.Aslında benim ona koştuğumdan haberi bile yoktu.Nasıl kaçsın? Sonra o yok olur.Bulutlar yavaş yavaş çekilmeye başlar..O güneş her yanı kaplar.Kuşlar uçuşur.Çocuklar top oynar..İnsanlar gezer,güler eğlenir. 

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Çok MutLuyum Çok... :))))))

 

Gelecekten çok umutluyum çok!   Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip "Yatınca geçer"di, başın ağrıyorsa "Çocukların başı ağrımaz" denirdi, uykun kaçıyorsa "Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün" şeklinde konu
halledilirdi! Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, "Tembel"din ya "Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor"dun!
Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde" derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun.
Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar. Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı', okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif', aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler! O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular? Emo!
Emo ne?
Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya...
Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar.
Aha onlar Emo!
Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!
*HERKES**İ**N KEYF**İ**N**İ** KAÇIRDIM* Ay kıyamaam! Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım. Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem "Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa..." şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.
"Sıkılıyorum... Hayat çok anlamsız" cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu 'mıncırma' hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmişti.
Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir! Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle, yüzünü yüzüme yaklaştırarak "Alırım ayağımın altına" diye başladı ve "Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsan da git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah..." şeklinde bitirdi!
*NE DERD**İ**M KALDI NE DE TASAM*
Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir. Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo'luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo'larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo... Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifleri bir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!
Ülkenin gençlerine bak.
Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo'lar!
Gelecekten çok umutluyum çok……

Ey Rabbimiz! Bu duayı bizden kabul eyle!



Hoş geldin, sefa geldin ey sabah ve ey yeni gün merhaba ey mutlu vakit
ve saat merhaba ey ALLAH'ın katip ve şahit meleği, şu söylediklerimizi
bizim için yaz ;
ALLAH'a iman etmiş, ona kavuşmaya inanmış ve delillerini itiraf ve
kabul etmiş, ilah olma noktasında onun dışındakileri inkar etmiş ve
ALLAH'a tevekkül etmiş olarak sabahladık.ALLAH'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini,arşı taşıyan melekleri şahit tutarak,
kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan, tek olup, ortağı olmayan,
ALLAH olduğuna şahitlik de bulunuyoruz.
ALLAH'ım! Hiç şüphesiz biz nefsimize zulmettik, sen bizim büyük ve
küçük günahlarımızı bağışla! Çünkü onları senden başkası bağışlayamaz!
Bizi huyların en güzeline götür, çünkü onlara senden başka götürecek
kimse yoktur.
ALLAH'ım yüzlerimizi senden gelen bir haya duygusuyla, kalplerimizi
senden gelen bir sevinçle doldur.
ALLAH'ım! Bizi cömert ve karşılıksız veren eyle, cimri, yerinde sayıp
ilerlemeyen, söz götürüp getiren, kendini beğenen ve arayı bozan
eyleme!
ALLAH'ım! Oburluktan,Kıtlıktan, haddini aşmaktan, geçim sıkıntısından,
kötü zandan, sarhoş edici içkilerden, bolluk içinde
oyalanmaktan,şerirlikten, zanla hükmetmekten, karanlık fitnelerden ve
geçim darlığından sana sığınırım.
ALLAH'ım! Bu günümüzün başını hayır ve iyilik, ortasını
kurtuluş,sonunu ise başarı eyle. Onu bizim için saadet, şahadet,
tövbe, bağışlanma ve imanla neticelendir.
ALLAH'ım! Bu günün başlangıcını Rahmet, ortasını fani ve günahlı
şeylerden uzaklık, sonunu ise lütuf ve ikram eyle !
ALLAHım ! Bize geçimin en genişini, ömrün en mutlusunu,rızkın en bol
olanını nasip et ! ALLAH'ım! Affınla bizi bağışla, fazl ve kereminle
bize karşı yumuşaklıkla muamele et ! ALLAH'ım! Bize nimet olarak
verdiklerinin şükrünü yapmamızı nasip eyle!
ALLAHım! Ağlamayan gözden, ürpermeyen kalpten, huşu duymayan gönülden,
kabul edilmeyen duadan, fayda vermeyen ilimden, dinlenilmeyen sözden,
doymayan nefisten, küçük bir yardımı insanlardan esirgemeyi hoş
karşılamaktan sana sığınırım.
ALLAH bize yeter .
O ne güzel vekildir.
Ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır.
Bizi bağışlamanı diliyoruz.
Ey Rabbimiz! Dönüş yalnız sanadır.
ALLAH'ım!
Ey Rabbimiz! Bu duayı bizden kabul eyle!
Şüphesiz sen her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilensin.
--
6yol9

20 Mayıs 2010 Perşembe

Anlamaya çalışalım.



  fecr suresi 15-16

    15. "Rabbin denemek için bir insana iyilik edip, nîmet verdiği zaman, o: "Rabbim beni şerefli kıldı" der."
    Fakat gafil insan Allah'ın kendisine imtihan vesilesi olarak verdiğini imtihanı başardı da öyle verildi zanneder. Allah'ın kendisine verdiklerini iyi bir Müslüman olduğu için verildi zanneder. Ben iyi bir kul olduğum için bunlar bana verildi, der. Ben Rabbimin imtihanını kazandığım için Rabbim beni bunlarla mükafatlandırmıştır, der. Meselâ insanlardan kimileri Allah'ın kendilerine ilim vermesinin bir imtihan gereği olduğunu, onunla yeni bir imtihanın başladığını unutur da onunla insanlara hava atmaya kalkar. "Bu, bana benim iyi bir kul oluşumdan ötürü verildi. Ben buna layıktım da onun için verildi" diyerek ilmi kendisinden zanneder.
    Veya Allah'ın sevgili bir kulu olduğu için, yani imtihanı kazandığı için kendisine bu ilmin verildiğini zanneder de ilmiyle insanlara karşı övünmeye kalkar. Halbuki bu işe yeni başlamış genç bir talebeyle benim farkım, sadece o benden küçük, o dünyaya benden sonra gelmiş o kadar. Ben bu ilim öğrenme işine ondan üç beş yıl önce başlamışım o kadar. Bunun dışında talebeye karşı benim bir ruhani yetim yoktur. Ya da benim bildiklerimi bilmeyenlere karşı bunları bilen birisi olarak benim farkım, sadece Allah bana bildirmiş ona da bildirmemiştir, hepsi bu kadar.
    Ama kimi zavallılar böyle bilmiyorlar, böyle anlamıyorlar. Kendilerine verilenleri kendilerinden zannediyorlar. Meselâ adamın erkek evlâdı olursa, akıllı olursa erkek adamın erkek evlâdı olur diyerek bu-nu kendisinden bilir. Ama bunun tamamen aksine adamın evladı ölmüşse, öldürmüşse Allah, o zaman da başkasını bulamadın da benimkisini mi buldun? diye isyan etmeye kalkar. Yani düzeni bozuldu ya, hemen Rabbine isyan etmeye kalkar. Düzeni hiç ölmemek üzereydi ya, bozulunca Rabbim bana ihanet etti diye feryadı basıverir. Ama bir evlâdı varken bir tane daha verince, Rabbim bana ikram etti diyerek sevinir.
    Halbuki Allah'ın vermesi de, alması da ayrı bir imtihandır. Rabbimiz verirken de, alırken de imtihan etmektedir. Allah size verdikleriyle sizi imtihan etmek için kiminizi zengin, kiminizi fakir, kiminizi zayıf, kiminizi şişman, kiminizi daha güzel, kiminizi az güzel, kiminizi kadın, kiminizi erkek yaratmaktadır. Bunlar üstünlük sebebi değil, imtihan sebebidir. Ne olmuş yani çok güzel yaratılanlar mı üstün? Uzun boylular mı? Malla imtihan edilenler mi? Malsız imtihan edilenler mi? Elli olanlar mı üstün yoksa çolak yaratılanlar mı? Sesi güzel yaratılanlar mı üstün, yoksa sesi iyi olmayanlar mı? Hangisi üstün, hangisi al-çak bunların? Hayır hayır, bunlar üstünlük, alçaklık sebebi değil, imtihan sebebidir. Allah verdikleriyle imtihan ediyor. Allah'ın vermesi de imtihandır, alması da. Ama nankör insan Rabbi kendisine vererek im-tihan ettiği zaman sevinir, Rabbim bana ikram etti der.
    Meselâ bir dil yarışması olsa, en uzun dilli kişiye mükâfat verilse, şimdi bu adama üstün mü diyeceğiz? Allah verdi bunu, kendisi bulmadı ki! Peki kendisine güzel ses verilmeyenin suçu ne ki bu ada-mı ondan üstün tutacağız? İnsanlar buna değer verdi diye biz de mi değer verelim yani? Ya da kendisi öğünsün mü bununla? Veya satsın mı bu sesini? Nîmetler verilmişse nankör insan der ki: "Rabbim bana ikram etti! Rabbim bana değer verdi, ben buna lâyıktım zaten. Bu ikrama ehildim ben. Veya kafamı çalıştırdım da zengin oldum. Planım güzeldi, projem kuvvetliydi. Zamanında aklımı çalıştırıp falan yeri kapatmasaydım bugün zengin olmayacaktım. Zamanında tedbirimi alıp paramı dolara bağlamamış olsaydım kazanmayacaktım" diyerek kendini ön plana çıkarmaya, Allah'ı diskalifiye etmeye kalkışır. Ama:
    16. "Ama onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: "Rabbim bana hor baktı" der".
    Bu sefer Allah onu dener de rızkını kesiverirse, yani öncekinden farklı olarak ona verdiklerini geri alarak imtihan ederse, bu defa da: "Rabbim bana ihanet etti" diyerek cıyak cıyak ötmeye başlar. "Bula bula beni bulup rezil etti. Benden kötü intikam aldı" diyerek Allah'a isyan ediverir. Rabbimiz diyor ki, rızkı kesildiği, daraldığı, malı, mülkü eksiltildiği zaman. Anlıyoruz ki adamın şeref, izzet, zafer ve başarı kıstası paradır. İzzet ve şerefin ölçüsü paradır, maldır, mülktür. Yani hayata materyalistçe bakıyor, hayatı materyalistçe değerlendiriyor. Her şeyi parayla, servetle ölçüyor. Kendilerini ve insanları mal varsa şerefli, yoksa şerefsiz görüyorlar.
    Allah kendilerine bolca mal verdiği zaman, büyük servetlere ulaştırıldıkları zaman diyorlar ki: "Rabbim bana ikram etti, Rabbim beni kerim kıldı. Rabbim bana değer verdi, şereflendirdi." Malsız, parasız, fakir olarak imtihan edildikleri zaman da, "Rabbim beni zelil etti, beni izzetsiz ve şerefsiz kıldı" diyerek isyana başlarlar. Allah korusun bakıyoruz bugün de hacısı, hocası, kısacası herkes izzet ve şerefi parada, malda, mülkte gördükleri için paranın peşine takılmış. Herkes çoğalmanın, şişmenin, büyümenin peşinde.
    Rabbimiz diyor ki, "İnsan nankördür." Allah kendisinin önünü açıp ta bolca kazanınca, Allah kendisine ikram edince, istediği servete ulaşınca kendisi kazanmış, kendisi bulmuş, kendisi buna lâyıkmış ta onun için bunlar kendisine verilmiş zanneder. Yani kendisindendir bütün bunlar. Kendisi buldu, kendisi buna lâyık olduğu için verildi. Ama bunun tam tersi olup ta elindekiler alındığı, fakirlikle imtihan edildiği zaman da suçlu Allah'tır. Allah ona ihanet etmiştir. İyilikleri kendisinden, kötülükleri de başkalarından bilen bir nankördür bu insan.






 

15 Mayıs 2010 Cumartesi

HAYAT 3 GUNDUR ASLINDA



Hayat üç gündür aslında. Çocukluk gençlik ve ihtiyarlık. Bu kadar kısa mı demeyin sakın! Çünkü 100 yıl dahi yaşasanız hayat size çok kısa gelecektir. Biraz düşünürsek  sadece  ben çocukken, ben gençken diye başlamaz mıyız hepimiz…


Çocukluk denildiğinde herkesin aklına oyuncağı, bisikleti o da yoksa topu veya misketi gelir.Veya elmalı şeker, pamuklu şeker… Sabahtan akşama kadar dışarıda oynadığımız tozu dumana kattığımız, hiç birşeyden habersiz tatlı keyifli günlerdi.Annesi hastalandığında dahi onun tek düşüncesi hastane bahçesindeki çocuk parkıdır.çocukluk işte dedikleri bu olsa gerek. Herkesin anılarındaki en saf ve temiz yıllardır ve herkesin içinde bir özlemdir aslında çocukluk.O günlerden bu yana sadece ucu yırtık fotoğraflar ve tırtıklanmış anılar kalmıştır hepimizde.
Sonra gençlik, kanın en deli aktığı,hayatın toz pembe olduğu ve hatta pembenin her tonunun hakim olduğu dönemdir.İlk heyecanlar,ilk aşklar ve evlilik düşünceleri baş gösterirken ileriki dönemlerde aslında hepsinin geçici olduğu anlaşılacaktır. Asarım keserim, ben bilirim, ben olsam şöyle yapardım gibi kelimeleri iyi bilirsiniz. Dikkati üzerine çekmek için ellerinden geleni yaparlar. Giyinip süslenenler, İdeoloji peşinde koşanlar, vurup kıran, kendi bildiklerini okuyanlar…Hayatın en verimli ve en güzel dönemleri gençlik .Bahar mevsiminde bir ağaç nasıl çiçek açarsa hayatında bahar mevsimidir gençlik. Her yaşın nasıl kendine has güzelliği varsa her döneminde kendine ait güzellikleri var muhakkak .Giden gidiyor ama geriye dönmek imkansız…
" Peki ya ihtiyarlık! Bellerin bükülüp, kamburun çıktığı, kederlerin yüzünde çizgiler bıraktığı, ekmek peşinde koşmaktan yorulup,hastalığın baş gösterdiği dönem ihtiyarlık. Artık herşey tecrübeyle sabittir. Gün geçtikçe artık alınganlıklar artmış, yalnızlık bunaltmıştır onları. Çocuklarını ve torunlarını yanında görüp mutlu olmak isterler. Şimdi ölümü burnunun ucunda hisseder insan, saçlarındaki aklar kabiri işaret eder. Bir zamanlar gönüllerine ve evlerine sığdırdıkları çocukları şimdi kocaman evlerine sığdıramaz olmuş.Kimi kimsesiz ve yalnızken kimi de huzurevlerindedir. Yaşlıların duasını almak gerektiğini bilmezler onlar.İşlerinizin yolunda ve güzel gitmesi için en gönülden duayı onlar ederler aslında. Çocuğun,hasta ve yaşlının vede yolcunun  duası geri çevrilmez. Efendimizin sözü geldi aklıma ‘’ Anne ve babasının dönemine yetişipte onlara bakmayınin burnu sürtünsün.’’Ayrıca ‘’Ne ekerseniz onu biçersiniz.’’ atasözünü de söylemeden geçemeyecegim,
Bir zamanlar yorgunluk nedir bilmeyenler şimdi yorgunluktan ayakta duramaz hale gelmiştir. Hayat onları çok yormuş,dinlenmek isterler ama ancak yolun sonundaki menzilde  ‘’mezarda’’ dinlenme fırsatı bulacaklardır. Ozaman ne para, ne mal mülk olacak bir tek kişi kendisi ve amelleri kalacak.Arkadan hayırlı evlat bırakmışlarsa, ancak amel defteri açık kalacak vede evladının hayır hasenatından faydalanacak. Yolun sonu KABİR…

14 Mayıs 2010 Cuma

GÖKKUŞAĞININ RENKLERİ

Gökkuşağı'nın hikayesi
Dünyanın bütün renkleri bir gün bir araya toplanmışlar ve hangi rengin en önemli en özel olduğunu tartışmaya başlamışlar:
YEŞİL demiş ki:
- "Elbette en önemli renk benim..ben hayatın ve umudun rengiyim..çimenler,ağaçlar,yapraklar için seçilmişim... Şöyle bir yeryüzüne bakın, her taraf benim rengimle kaplı..."
MAVİ hemen atılmış:
- "Sen sadece yeryüzünün rengisin... ya ben? Ben hem gökyüzünün hem denizin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir, ve huzur olmadan siz hiçbir işe yaramazsınız"
SARI söz almış:
- "Siz dalga mı geçiyorsunuz? Ben bu dünyaya sıcaklık veren rengim..güneşin rengiyim.. ben olmazsam soğuktan donarsınız hepiniz"
TURUNCU onun sözünü kesmiş:
- "Ya ben?? Ben sağlık ve direncin rengiyim...insan yaşamı için gerekli vitaminler hep benim rengimde
bulunur..portakalı, havucu düşünün.. ben pek ortalarda görünen bir renk olmayabilirim ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzel rengi veren de benim unutmayın"

KIRMIZI daha fazla dayanamamış: <******>
- "Ben hepinizden üstünüm!!! Ben kan rengiyim!! Kan olmadan hayat olur mu!! Ben tehlike ve cesaretin
rengiyim!!! Savaşın ve ateşin rengiyim!! Aşkın ve tutkunun rengiyim!.. Bensiz bu dünya bomboş olurdu!.."

MOR ayağa kalkmış:
- "Hepinizden üstün benim.. ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar, liderler beni seçmişlerdir.. ben otorite ve bilgeliğin rengiyim, insanlar beni sorgulamaz... Dinler ve itaat ederler"
Ve bütün renkler hep bir ağızdan kavgaya tutuşmuşlar... her biri diğerini itip kakıyor "en büyük benim" diyormuş... Derken... Bir anda şimşekler çakmış ve yağmur damlacıkları gökten düşmeye başlamış...
Bütün renkler neye uğradıklarını şaşırmış, korkuyla birbirlerine sarılmışlar...

Ve YAĞMUR'un sesi duyulmuş...
- "Sizi aptal renkler..bu kavganızın anlamı ne, bu üstünlük çabanız neden? Siz bilmiyor musunuz ki her biriniz farklı bir görev için yaratıldınız, birbirinizden farklısınız ve her biriniz kendinize özelsiniz... Şimdi el ele tutuşun ve bana gelin"
Renkler bunun üzerine kendilerinden çok utanmışlar.. el ele tutuşup birlikte gökyüzüne havalanmışlar ve bir yay seklini almışlar..
Yağmur onlara "bundan böyle..." demiş.."her yağmur yadığında siz
birleşip bir renk cümbüşü halinde gökyüzünden yeryüzüne
uzanacaksınız ve insanlar sizi gördükçe huzur duyacaklar, güç
bulacaklar..insanlara yarınlar için umut olacaksınız.....gökyüzünü
bir kuşak gibi saracaksınız ve size G Ö K K U Ş A Ğ I diyecekler..
anlaştık mı?"

Bu yüzden ne zaman dünyamız yağmurla yıkansa, ardından gökyüzünde G Ö K K U Ş A Ğ I belirir...
Biz de gökkuşağındaki o renkler gibi birbirimizden farklıyız ve
hepimiz özeliz... Bunu bilerek etrafımızla uyum içinde yaşamalıyız.


Bahçeye her geldiğimde bu güle bakarak dinleniyorum.Bunu özel korumaya al,suyunu sık ver,yapraklarını tezden dökmesin.




AHMED ŞAHİN
Unutmayın! Kimsenin Yaptığı Yanına Kalmaz!
 Allah'ın adaleti er ya da geç mutlaka tahakkuk eder, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. 
Öyle ise kimse gücüne, kuvvetine, zorbasına ve dayatmasına güvenerek kötülüğe yönelmesin. Unutmasın ki, Allah (imhal) eder, ama (ihmal) etmez. Yani mühlet verir, kulunun tövbe etmesini bekler, ama asla yapanın yaptığını yanına bırakmaz. Bir de bakarsınız ki, gücüne kuvvetine güvenerek zulüm ve haksızlık yapanlar güvendikleri gücünü de kuvvetini de yitirmiş, yaptıklarının karşılığını görecek güçsüzlüğe düşmüşler, adalet yerini bulmaya başlamıştır.
Abbasilerin 5.ci halifesi Harun Reşid, sarayının bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir:
-Bahçeye her geldiğimde bu güle bakarak dinleniyorum. Bunu özel korumaya al, suyunu sık ver, yapraklarını tezden dökmesin.
Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, bir sabah bahçeye gelen bahçıvan bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini de gagalayarak yere düşürmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında. Telaşla koşar halifeye:
-Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında.
Tecrübe sahibi halife telaş etmeden cevap verir:
-Üzülme efendi üzülme, der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz.
Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalayıp ağzına almış, yutmak üzere otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:
-Sultanım der, yaprakları yere düşüren bülbülü bir yılan yakalamış, götürürken gördüm. Sultan yine telaşsız:
-Merak etme efendi der, yılanın yaptığı da yanına kalmaz.
Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye de durumu anlatır:
-Sultanım der, bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm.
Harun Reşid yine sakin:
-Bekle efendi bekle der, senin de yaptığın yanına kalmaz.
Nitekim çok geçmez bahçıvan da rakip gördüğü bir başka bahçıvanı döver, hatalar yapar. Yakalayıp halifenin huzuruna çıkarıp cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir:
-Atın bunu zindana!
Yaka paça zindana doğru götürülürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:
-"Sultanım , bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, beni de siz zindana attırıyorsun. Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da sizin yaptığın mı yanınıza kalacak? Demek size de bir yapan çıkacak. Öyle ise, lütfen siz beni affedin ki bir başkası da size kötü bir şey yapmasın!.. " diye Harun Reşidi ikaz eder.
Bu değerlendirmeyi tebessümle dinleyen Harun Reşid, 'Doğru söyledin bahçıvan.' diyerek emrini verir:
-Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin. Derler ki:
-Yaptığı yanına kalır.
-Hayır, hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Daha ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kaldı sanırlar...
-Evet. Kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yanına kaldı sanılanlar daha ağırıyla mahşerde ödemeye tehir edilirler. Ne var ki, gafil insanlar bunun farkına varamaz da yaptığı yanına kaldı sanırlar. 
Velhasıl, Allah'ın koyduğu kanun değişmiyor, kimsenin yaptığı yanına kalmıyor.
"Fatebiru ya ulil ebsar!" İbret alın ey basiret sahipleri! .
 alinti